GAYRETSİZ İNSAN, KIYMETSİZ İNSANDIR

GAYRETSİZ İNSAN, KIYMETSİZ İNSANDIR

Genel

“Şüphesiz insana, kendi emeğinden (sa’yü gayretinden) başkası (verilecek) değildir”

“Muhakkak (herkesin) kendi çabası (ve kazancı) görülüp (değerlendirilecektir)”

“Ve sonra ona (sa’yü gayretinin) karşılığı tastamam verilecektir” (Necm: 39, 40, 41) ayetleri hem maddi hem manevi, hem dünyevi hem uhrevi, hem ekonomik hem de psikolojik olarak, herkesin kendi emeğine ve hak ettiğine ulaşacağını bildirmektedir.  Ve zaten ilahi adalet de bunu gerektirmektedir. Bu arada gerçek ve gerekli olan “Tevekkül”ün: her türlü çabayı harcadıktan, başarıya ulaştıracak bütün yöntem ve tedbirlere başvurduktan sonra, Allah’ın takdirine teslimiyet anlamına geldiğini; tembellik ve hayalperestliğe tevekkül kılıfı geçirmenin geçersizliği de belirtilmelidir.

Hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet, ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir. Uyku, bir nevi ölüm olduğu gibi boş durmak ve tembel oturmak da uyuşukluk ve manevi felçlik halidir.

“O (Allah C.C.) her gün (her an farklı) bir işte (ve meşguliyettedir)” (Rahman: 29) ayeti, biz kullarını sürekli çalışıp-araştırıp üretmeye teşvik ve terğib (rağbetlendirme)dir. Aleyhisselatu Vesselam Efendimizin, bir yerden geçerken boş duran birisine selam vermeyip, dönüşünde elindeki çöple yeri karıştırır vaziyette görünce aynı kişiye bu sefer selam vermesi bunun içindir. “O halde, boş kaldığın vakit, durma (başka hayırlı ve yararlı bir işle) uğraşıp yorulmaya yönel ve sadece Rabbinin (rızasını kazanmaya) rağbet et” (İnşirah: 7,8) ayetleri de; eğitim ve ilim öğrenmekten ibadete, ziraattan ve sanattan ticarete, hayatın ve imtihanın gerektirdiği her hususta sürekli gayret ve meşguliyet içinde olmamızı istemektedir. “Gerçekten bugün cennet halkı sevinç ve mutluluk dolu sürekli bir meşguliyet içindedir” (Yasin: 55) ayetinde, sonsuzluk diyarında bile, tembellik ve gevşeklik değil, müminlerin tatlı bir meşguliyet içinde olacakları haber verilmektedir. Özellikle, devamlı eğitilip kendimizi geliştirmek ve olgunluğa erişmek üzere gönderildiğimiz bu imtihan dünyasında “Uykunuzu bir dinlenme yaptık” (Nebe: 9) “Gündüzü de bir geçim vakti kıldık” (Nebe: 11) ayetlerinin belirttiği gibi doğal ve doğru bir dinlenme şekli olan 5-6 saatlik uykunun dışında, yorgunluk ve uyuşukluk halini bırakıp, her türlü hizmet ve ibadet üzerinde gayretli olmamız gerekmektedir. Felaha erişecek gerçek ve örnek müminlerin özelliklerinin sayıldığı Müminin Suresinin hemen başındaki:

“Onlar namazlarında (gaflet ve meskenetten uzak) huşu ve huzur içinde olan kimselerdir. Onlar (vakit öldürmekten başka yararı olmayan) boş işlerden yüz çevirenlerdir. Ve onlar, zekatla ilgili (görev ve sorumluluklarını) yerine getirmek üzere gayret ve faaliyet gösterenlerdir” (Müminin: 2, 3, 4) ayetleri bize bunları öğütleyip öğretmektedir.

Ve zaten Münafıkların iki temel özelliği:

1- Gayretsizlik ve meskenet: İbadet ve hizmetlerde isteksizlik, gevşeklik ve gösterişçilik (Bak Nisa:142-Tevbe: 54)

2-  Şikak ve şekavet: yani kolay ve kısa vadeli ucuz kahramanlık gösterilerine karşılık, zorlu zahmeti ve riski görünce Haktan ve hayırdan ayrılıp yan çizmek ve mazeret kılıfları geçirdiği kötülüklere yönelmektir.

Ama sadık müminlerin iki önemli özellikleri ise:

1- Vahdet ve muhabbet 2- Dini gayret ve insani hamiyettir.

Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) Mekke döneminde, Kâbe’ye giden Hz. Peygamber Efendimiz’e hakaret ve zahmet etmeye başlayan müşriklerin dikkatini kendi üstüne çekmek ve öldüresiye dövülmek üzere onları terslemek ve tepki göstermek suretiyle Resulullah’ın rahat bırakılmasını temin etmek için gösterdiği dini gayret ve hamiyet O’nu “Sıddık” makamına eriştirmiştir.

Boş beleş insanın kalbi, şeytanın çalışma ofisidir!

Evet, boş duran, malayani ve lağviyatla uğraşan insanlar, şeytani hayaller ve hevesler peşinde koşacaktır. Artık böyleleri, Şeytan’ın ve şerli insanların elinde birer kötülük aracı ve oyuncağıdır. Bu gibi tembel ve hayalperest insanların çoğaldığı, bencillik ve beleşçiliğin yaygınlaştığı toplumlar da, giderek çürümeye ve çözülmeye başlayacaktır. Çünkü sıkıntı ve sorumluluktan kaçıran bir tembellik ve tehircilik, Kur’an’ı ve sünnet kurallarını uygulamadaki gevşeklik adaleti zayıflatır. Adaletsizlik, asayişi bozar, devleti ve hükümeti laçkalaştırır. Devlet düzeni ve disiplini bozulunca, fertler ve cemiyet giderek yozlaşır. Bunun neticesi milli birlik ve dirlik dağılır, İslamiyet lafta kalır ve insanlık zalimlerin ve kâfirlerin insafına bırakılır.

“Tembellik”; çalışmayı ertelemek, iş görmemek, çaba göstermemek, sıkıntıya ve sorumluluğa göğüs germemek gibi anlamlara gelmek üzere kullanılan bir terimdir. Tembellik kelimesinin zıddı ise; çalışkanlık, gayret, ceht ve çaba gibi kelimelerdir. Tembellik kelimesi Arapça “Kesel” kelimesi ile ifade edilir. Çoğul biçimi olan “Küsala” Kur’an’da iki defa geçmektedir. Tembellik ederek sorunların ve sorumlulukların gerektirdiği gayreti vaktinde ve yeterince göstermemek; sürekli ertelemek, geciktirmek veya tepkisiz ve ilgisiz bir tavır sergilemek insanın canlı cenaze haline gelmesidir. Hayatı mahveden beden yorgunluğu değil beyin tembelliğidir. Bu gevşeklik yaşamımızda büyük bir problemin de nedenidir: Görevimizi ve gayelerimizin gerektirdiği gayretleri sürekli ertelemek ve vazifelerini geciktirmek hayat enerjisinin tükenmesidir. Bunun altında yatan temel neden ise tembellik olarak kendini gösterir. Tembellik, bir isteksizliğin ve hareketsizliğin belirtisi olarak karşımıza çıkıverir.  Hz. Peygamber (S.A.V.) birçok hadisinde tembellikten Allah'a sığınmış ve böyle dua yapmalarını ashabına tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) bir gün mescide girdi. Orada ensârdan Ebû Ümâme (R.A.) ile karşılaştı. Ona: "Ey Ebû Ümâme, niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?" diye sordu. "Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle ey Allah'ın Resulü" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.): "Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu ödeme imkânı verir" buyurdu. Ebû Ümâme: "Evet, ey Allah'ın Resulü, öğret!" dedi. "Öyleyse akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku: "Allah'ım! Üzüntüden ve kederden sana sığınırım. Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından sana sığınırım." (Ebû Dâvud, Salât 367 (1555)) Duasını tekrar etmiştir. Elbette, bir işi başarmanın tek yolu, o işe hemen ve şimdi başlayıvermek, sonuna kadar sabır ve sebat göstermektir. “Acelesi yok sonra yaparız” düşüncesi, Şeytan’ın en zehirli vesvesesi ve uyuşturu iğnesidir.

Benî Müstâlık Gazâsı dönüşü Efendimizin ordusunu yürütüp yorarak meşgul etmesi ve fitne-fesadı önlemesi:

Huzaâ kabilesinden Benî Müstâlık oymağının reisi Hâris bin Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği bir kaç Arap kabilesini daha toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanmaktaydı. Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini araştırdı. Bu maksatla, Ashaptan Büreyde bin Husaybe’l-Eslemî’yi vazifelendirip Benî Müstâlık yurduna yolladı. Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Peygamberimize, “onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikate muhalif bazı beyan ve davranışlarda bulunup bulunamayacağını” sormuş, Resûl-i Ekrem (S.A.V) de “gerektiğinde böyle hareket edilebileceğine” müsaade buyurmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Büreyde, Müstalıkoğullarının yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve: "Ben, sizdenim. Şu adam (Peygamberimiz) için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itaat edenlerle size katılmak isterim. Onların (Müslümanların) kökünü kazıyıncaya kadar işbirliği edelim” teklifini yaptı. Benî Müstalıkların reisi Hâris bin Ebî Dırar’dan, "Biz de, bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!" yanıtını alınca Hz. Büreyde, "Şimdi hayvanıma atlayıp gider ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim" diyerek oradan ayrıldı. Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriya Efendimize aktardı.

İslâm Ordusunun Hareketi

Şaban ayının ikinci Pazartesi günü Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişi ile, yerine Hz. Zeyd bin Hârise’yi vekil tayin ederek Medine’den yola çıktı. İslâm ordusunda 30 kadar at vardı. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme Validemiz de sefere katılmışlardı. Gariptir ki, münafıklar, hiç bir cihat hazırlığıyla bu gazâ kadar alakadar olmamışlardı. Birçoğu İslâm ordusuna katılmıştı. Herhalde maksatları; ganimetten pay almak ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fesat çıkarmaktı. İslâm ordusu Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından biri ile karşılaşıldı. Yapılan davet üzerine Müslüman olmayınca ve hıyanet edeceği anlaşılınca katledilip ortadan kaldırıldı. Bunu duyan Müstalıkoğulları fazlasıyla korkmuş, hatta etraftan topladıkları birçok kimse kendilerini terk ederek dağılmaya başlamıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına varınca, hemen orada kendileri için deriden bir çadır hazırlandı. Sonra ordusunu harp nizamına sokup, Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, Ensarınkini ise Sa’d bin Ubâde’ye bıraktı. Hz. Ömer’e, "Lâ ilâhe illallah deyiniz de; canlarınızı ve mallarınızı koruyunuz" diye seslenmesini buyurmuşlardı, ancak Müstalıkoğulları teklifi kabul etmemiş üstelik mücahitlere ok atarak çarpışmayı başlatmıştı.[1] Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna aniden hücuma kalkma emri vermiş, bunun neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürülüp geri kalanları ise esir alınmıştı.[2] İslâm ordusundan ise, sadece bir mücahit, o da yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak bir Sahabi tarafından şehit edilmişti. Benî Müstalıklardan esir alınanlar 200 kadardı. Birçok deve, sığır ve davar da ganimet alınmıştı. Ganimet malları bir araya toplandı ve usulüne göre taksimatı yapıldı.

Münafıkların Bir Tertibi

Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahitlerle burada bir kaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazaya çok sayıda münafık katılmıştı. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesat tohumu saçmaktı. İşte bu dinlenme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf’ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cünenî ile Hz. Ömer’in Benî Gıfar’dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında su alma sırası yüzünden bir kavga çıkmıştı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan’ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, "Yetişin Muhacirler, neredesiniz?" diye bağırmıştı. Feryatları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplanmış ve kılıçlar sıyırtılmıştı. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerini kıracaktı. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yumuşatıcı konuşmalarla durumu yatıştırmışlardı. O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz,  topluluğun bulunduğu yere gelip "Cahiliyye insanlarının davası mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryatlar? Derdiniz nedir?" diye sormuşlar ve sükûneti sağlamışlardı. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy bin Selûl ortaya atılmıştı. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahane ederek: 

"Ey Ensar! Bu Muhacirler, sizin sayenizde kuvvet ve şöhrete nail olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muamele ediyorlar" diye bağırmış sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek: "Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak ettiniz. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz! "Vallahi, biz Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan (kendisi ve etbâı) en zelil ve en zayıf olanı (hâşâ Peygamberimiz ve Muhacirleri) oradan sürüp çıkarılacaktır"[3] şeklinde hezeyanlar savurmuşlardı. Orada bulunan genç Sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy’in bu sözüne karşı çıkmış, "Vallahi, kavminin içinde zelil ve hakir olan ancak sensin, alçaklık sana yakışır, Muhammed (S.A.V.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır" diyerek azarlamış ve bu durumu Peygamberimize ulaştıracağını açıklamıştı. Baş münafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, "Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım" diyerek münafıklığını ortaya koymuşlardı.

Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize aktardı. Efendimiz bunu oldukça ciddiye almıştı. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar vardı. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun bulmuşlardı. Hz. Zeyd’e, "Sakın, İbni Übeyy’e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?" diye uyarmıştı.

Hz. Zeyd (R.A.), "Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!" deyince Resûl-i Ekrem, tekrar, "Yanlış duymuş olamaz mısın?" diye sormuşlardı. Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etmişti. Abdullah bin Übeyy’in bu sözleri sarf ettiği ordu içinde yayılmıştı. Ensardan bazıları, "Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnatta bulundun" diyerek Hz. Zeyd bin Erkam’ı kınamıştı. Zeyd onlara: "Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullah’a gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâlâ’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullah’ın sözlerimi doğrulayacağını umarım" şeklinde karşılamıştı. O sırada Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onu öldürsünler!" deyince Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmamış ve: "Eğer, ben onun öldürülmesine müsaade edersem, Medine eşrafından birçoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin iç yüzünü bilmeyen halk, `Muhammed Ashabını öldürüyor` diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?" diye uyarmışlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu gelişmeler üzerine günün en sıcak saati olmasına rağmen mücahitlerle derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emir buyurmuşlardı. Hâlbuki o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıklarına hiç rastlanmamıştı.[4] Peygamber Efendimiz mücahitlerin Abdullah bin Übeyy’in söylediği sözlerle meşgul olmasını uygun bulmamıştı. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yolculuk yapılmış, hatta sabah istirahatına bile fırsat tanınmayıp, mecburi yürüyüş kararı alınmıştı. Öyle ki, mücahitler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamış, derhal uykuya dalmışlardı. Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ve fesat tohumunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyorlardı. Bütün bu olup bitenlerden sonra, baş münafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir Sure (Münafikun Suresi) nazil olmuş ve İbnü Selül’ün fesatlığı, fırsatçılığı ve fitnecilik tavrı bir bir anlatılmıştı. Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin sünnetini; yani O’nun hayat sistemini, siyasetini ve stratejisini çok iyi talim, takip ve tatbik eden Yavuz Sultan Selim Han’ın, meşhur Mısır seferi sırasında: “Kendi hayal ve hevesleri uğruna, bizleri aşılması imkânsız Sina Çöllerinde helak etmek istiyor!” şeklindeki fitne dedikodularından etkilenen Yeniçerilerini avutup oyalamak üzere, bir mola mahallinde “Askerlerin hepsinin, bütün düğmelerini söküp, yeniden ve daha kuvvetlice dikmelerini” emrettiği ve bu meşguliyetle ordu içindeki fitne fesadın yayılmasını önlediği aktarılmaktadır.

Peygamberimizin (S.A.V.) Medine'ye teşriflerinden az önce; aralarında senelerce süren dâhilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hatta, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi. Fakat Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve imanlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı. Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitmiş ve çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman görünmek zorunda kalmıştı. Hatırlanacağı gibi Şeytan da, Hz. Âdem’e lütfedilen hilafet makamını kıskanıp düşmanlığa başlamıştı.

Münafikun Suresinin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e, "Ey Ebû Hubab! Senin hakkında pek şiddetli ayetler indirildi. Resûlullaha (S.A.V.) git de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti: "Benim iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, verdim. Artık Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı! (şimdi onu mu istemektesiniz?)”

Münafık Abdullah bin Übey'in, reislik hevesinin suya düşmesine ne kadar kinlendiğini ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça ortaya koymaktadır:

Bir gün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyarete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslümanlardan, müşrik Araplardan ve Yahudilerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketlerden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi, kötü hareketlerden dolayı da Cehenneme atılacağını hatırlatıp nasihat buyurdu. Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey münafığı şöyle mırıldanıyordu:

"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat sen git evinde otur! Bunları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin ve söylediklerini dinlemek istemeyenlerin toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"

Sözün özü:

 “İşleyen demir pas tutmaz, gayretli insan yaşlanmaz” atasözümüz, binlerce yıllık tecrübelerden, ayet ve hadislerden süzülmüş gerçeklerdir. Ruhi dirilik ve bedeni dinçlik, devamlı ve yararlı yönde gösterilecek gayretlerin meyvesidir. Tembellik, bünyevi ve manevi bir hastalık gibidir, tedavi ve terbiye edilmesi gerekir. Unutmayalım; yürüyen kaplumbağa,  yan gelip yatan tavşan ağadan, daha önce hedefine erişecektir.

 

--

Mart 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] İbn-i Kesîr, Sîre, 3:298.

[2]Tabakât, 2:64.

[3] İbn-i Kesîr

[4] İbn-i Kesîr

Yorum Yaz